GÖSTERGEBİLİM üzerine

İnsanlar konuşur, yazar, göz kırpar, kızarır, el sallar, giyinir, yer, içer, okur, çalışır, el pençe durur, öfkelenir, bağırır, susar, özlüce günlük yaşamlarında birçok etkinliklerde bulunur. Böylece kendini ve toplumu üretir. Bu üretimde araçlar kullanır. Trafik işaretleri, satılık işaretleri ve yol işaretleri koyar. Sinema filmi yapar ve seyreder. Radyo ve tv programları yapar ve izler. İnsanlar ilişkisel işaretler (göstergeler) üretir ve yorumlar. Bir öğrenci okuduğu bu cümleleri anlamaya çalışır. Bazıları bu kitabı okumadan bize karşı tutumlarına uygun bir şekilde kitap hakkında yorumlar yapar. Doktor hastaya sorular sorarak hastalığı teşhis etmeye çalışır. Yani gösterge süreçleri ve göstergeleri süreçten geçirme, biz birey olarak istesek veya istemesek de olmaktadır. Göstergebilim bu süreç ve süreçten geçirmeleri inceler.

Göstergebilim kendi başına bağımsız bir bilim değildir: Kültürün farklı yanlarıyla ilgilenen edebiyat, müzikoloji, sanat tarihi, arkeoloji, tarih, sosyoloji, siyasal bilimler, teoloji, iletişim, biyoloji, kimya ve fizik doğal ve kültürel fenomenin göstergesel karakterlerini incelerler.

Göstergebilim (semiology, semiotics) "işaretler, göstergeler bilimi" olarak tanımlanır. Göstergebilim, başlatıcısı olarak bilinen İsveçli dilbilimci Ferdinand de Saussure tarafından “semiology” olarak isimlendirilmiştir. Amacını, göstergelerin doğasını, topluma etkisini ve yöneten yasaları incelemek olarak belirlemiştir. Fakat Amerikan egemenliği burada da kendini göstererek Pierce’in “semiotics” kavramı “semiology” kavramının yerini almıştır.

Göstergebilim temel olarak (a) göstergeler üzerinde betimleyici inceleme ve açıklama yapan “tanımlayıcı göstergebilim”, (b) bu açıklamaları ve betimlemeleri bir kuramsal çerçeveye oturtan “kuramsal göstergebilim” ve (c) kuramsal varsayımları deneyen ve toplumun ve endüstriyel yapının sorunlarına çözümü amaçlayan “uygulamalı göstergebilim” olarak üçe ayrılabilir.

Göstergebilim 1960’ların sonunda kitle iletişimi kuramı ve araştırmalarında önemli bir yer almaya başladı. Kültürel incelemelerde kuramsal yapıda egemenlik kazanarak bu yerini güçlendirdi.

Ne yazık ki, göstergebilimde yaklaşımların kullandıkları dil özel bir dil olduğu için anlama olanağı sadece "imtiyazlı göstergebilimcilerle” sınırlanmıştır. Bir bakıma, bu tür göstergebilimcilerin "metinde" aradıkları ve metinle verdikleri mücadele, bu entelektüellerin üniversite çevresindeki ekonomik pozisyonlarıyla (kendi bireysel çıkarlarının ifadesi olan maddi tabanla) yakından ilişkilidir (Garnham, 1990). [1]

Göstergebilim özellikle post-yapısalcılık içinde hem farklı hem de birbiriyle çatışan kuramsal ayrılıklara sahiptir. Fakat hepsinin de az çok ortak olarak kabul ettiği bazı temel kuramsal varsayımlar vardır:

İnsanlar işarettir veya sembolsel varlıklardır; sembol üretirler.

İnsanlar şeyleri ancak semboller (göstergeler) yoluyla bilebilir ve düşünsel olarak kavrayabilir.

Sosyal ve kültürel fenomenler basitçe maddi objeler veya olaylar, dünyada olan şeyler değildir. Hepsinin göstergeleri vardır. Göstergelerin anlamı “paradigma setleriyle” kontrol edilir. Örneğin bıçak birkaç paradigma setine aittir: Yemek araçları seti; kesme seti; silah seti.

Gösterge/işaret aynı paradigma seti içindeki diğer işaretlerden farklılığıyla anlam kazanır. Dolayısıyla göstergelerin anlamı nesnelerle veya anlattıkları faaliyetlerle olan ilişkilerinden çıkıp gelmez. Diğer göstergelerle olan ilişkilerinden geçerek oluşur.

Sosyal ve kültürel fenomen ideal ve evrensel anlama sahip değildir. Göstergebilime göre, anlamlar göstergeleri şifreler içinde düzenlemeden geçerek sosyal olarak inşa edilir. Gerçeğin sosyal olarak inşasıyla ilgili varsayımlar şunlardır:

  Algıladığımız dünyayı biliriz.

  Algılarımız öğrenilmiş yorumlar üzerine kuruludur.

  Öğrenme sosyal etkileşimden geçerek olur ve sosyaldir.

  Anlam vermeyi taşıyan araçlar: dil dahil semboller, kültürel mitler, kurumların yapıları ve pratikleri ve eylem kurallarıdır.

  Anlam verme araçları beraberce insanların dünya görüşlerini, kimliğini, amacını, ideolojisini inşa ederler.

  Bireyin kendisi, toplum ve kurumları etkileşimden geçerek sürekli değişir.

  Var oluşumuzun gerçek koşulları öznel değildir. Bu koşullar sosyal etkileşimden geçerek anlam kazanırlar ve algılanmış değerleri, nedenleri ve önemleri sosyal olarak üretilir.

  Gerçek durumsaldır ve pragmatiktir: bağlam yorumları yönetir.

Göstergelerin anlamı üç yolla yaratılır: Sözdizimsel (Sentaktics), anlamsal (semantik, semantics) ve edimsel (pragmatics). Sözdizimselde anlam kelimeleri yerleştirme veya sıraya koyma ile yaratılır. Semantikte göstergelerin kendilerinin kullanımıyla kelimenin bireye ne anlama geldiğiyle yaratılır. Edimselde anlam bağlamdan geçerek yaratılır.

Birçok göstergeler “ikinci sıra/düzey anlamlandırma” (mit) olarak bilinen daha geniş kültürel öneme sahiptir.

Göstergebilim dil bilimciler tarafından geliştirilmiştir. Dilbilimle göstergebilim arasındaki ilişki karmaşıktır. Göstergebilim dilbilimlerinin terimlerini kullanır; fakat örneğin Saussure'ye göre dilbilim göstergebiliminin bir dalıdır. Öte yandan, Barthes için tam tersidir.

Göstergebilimin oluşumu sırasında, Saussure dil (langue) ve söz (parole) arasındaki farkı ortaya attı. Sausure’den önce dil bilimi (linguistics) ikinciyi, yani konuşulan veya yazılan kelimeyi inceliyordu. Saussure bu yaklaşımın dilsel iletişimin önemli bir yanını kaçırdığını belirtir. Dil ile Saussure konuşma ve yazma için başvurulan kaideler setinden ve sözdizimsel karakterlerden bahseder. Dili incelerken Saussure anlam veren ve anlam verilen ilişkisi üzerinde durur. Sausure’a göre anlam dil ve dünya arasındaki ilişkiden çıkmaz. Anlam dili oluşturan içsel farklar sisteminden çıkar. Kapı kelimesinin anlamını kapı ile baca, pencere, duvar arasındaki farkı (anlam verenler arasındaki farkı) anlamayı öğrendikçe anlarız.

Saussure sözsüz iletişim tarzının incelenmesini semiology olarak isimlendirdi. Semiology (semiotics, göstergebilim) yazı, medyadaki imajlar, reklamlar, programlar, elbise, yiyecekler, kendi vücudumuz gibi zengin göstergeler/işaretler evrenini inceler.

Göstergebilimde dikkat "metin" üzerinde toplanır.[2] izleyici "okuyucu" olarak nitelenir ve iletişim sürecinde aktif bir rol alır. Okuyucu kendi deneyini, tutumlarını ve duygularını getirerek metnin anlamını yaratır. Anlamın incelenmesinde üç öğe önde gelir: (1) İşaret (gösterge), (2) işaretin işaret ettiği (gösterilen), (3) işareti kullananlar (gösteren).

Sembol, simge ve işaret, her üçü de, hem yazı yazma sisteminde kullanılan geleneksel işaret (harf) anlamına gelir hem de bir başka şeyi belirlemeyle ilgili ve belirleme hizmetini gören anlamında da kullanılır.

“İşaret/gösterge” kelimeler, imajlar veya anlamlandırmak ele alınan şeydir (Örneğin, "ev"). Gösteren bu işareti oluşturandır (örneğin ev kelimesindeki “e” ve “v” harfleri); gösterilen işaretin anlattığı kavramdır (örneğin ev kategorisi). Saussure, “gösteren” ile “gösterilen” arasında doğal dillerde zorunlu bir bağ olmadığını belirtmiştir. İlişki tamamıyla geleneksel ve keyfidir. Buna ters olarak, filmde her ikisi aynıdır. İşaretlenen ile işaretleyen arasındaki aynılık filmin gücüdür. (Monako, 1981). Peirce’in kuramında sunduğu üç tür gösterge genellikle kabul edilir:

1. Sembol (Simge): Sembolsel göstergeler işaret edilene benzemezler, fakat keyfi ve tümüyle kültür-bağımlı simgelerdir. Örneğin "bayrak" kelimesi, bir uzaylı için bir sırığa takılmış, belli renk ve şekillerle donatılmış bir bez parçasına verilen isimdir. Fakat o bayrağın temsil ettiği grup için onuru, şerefi ve kimliği anlatır. Yani o bir bez parçası değildir; egemen bir bütünü simgeler. Sembolsel işaretlerin anlamları barış ve insanlık arayışından, caniliğin en zirve noktalarına kadar çeşitlenir: Fenerbahçe’nin bayrağına Beşiktaşlı olarak birisi tükürürse, Fenerbahçelilerin ciddi gazabına uğrayabilir.

2. İkon: İşaret ettiklerine benzeyen görüntüsel göstergelerdir: Örneğin fotoğraf, röntgen, ikon, heykel.

3. İndeks: İndekssel göstergeler kanıt verici işaretlerdir. İşaret edilene doğal olarak bağlıdırlar. Dumanın yangını işaretlemesi; belli seslerin belli şeyleri işaretlemesi; termometrenin ısıyı işaretlemesi; tren düdüğünün trenin geldiğini anlatması gibi.

Bu üç işaret biçimleri örneğin televizyonda aynı zamanda kullanılır: İmajlar resmedicidir/ikondur. Ses, söz ve yazı semboldür. Programda, filmde veya haberde gösterilenin anlattığı şey veya etkisi indeks olarak ele alınır. Film, televizyon ve fotoğrafta işaretle işaret ettiği arasında aynılık olmasa bile çok az "boşluk" vardır. Bu durum, film, televizyon ve fotoğrafın "gerçeğin yansımasını” sunduğu imajını verir. Dolayısıyla, "televizyon dünyaya açılan pencere” olarak nitelenir ve öyle kabul edilmeye yöneltir. Bu nedenle, örneğin Barthes'e göre, bu tür medyalar "dönüştürme” veya anlam verme yerine "kaydettikleri" görünümleri verirler ve ideolojik görev yaparlar. Hall (1980) ve Woollacott (1982) medyanın ideolojik olduğunu incelemişlerdir.

Şifre (code), şifre çözümü (decoding)

Şifre birbiriyle bağıntılı ve birbirini tamamlayan anlamlara sahiptir:

  Metindeki işaretler belli geleneklere göre anlamlı sistemler içine örgütlenir. Buna şifre denir. Yani, şifre, içinde işaretlerin örgütlendiği anlam verme sistemidir; kodlama ve çözmeyi düzenleyen kaidelerdir.

  Dil, öğrenilen şifreler sistemidir ve bu sistemle belli biçimde bu şifreleri öğrenmiş olan başkalarıyla iletişimde bulunabiliriz.

  Şifreler karmaşık öğrenilmiş ilişki kalıplarıdır. Basitçe; şifreler çeşitli durumlarda ne yapmamız gerektiğini belirten kurallar bütünüdür. Belli şeylerin (örneğin televizyonda gösterilenlerin) anlamlandırılmasında kullanılan kültürel ve ideolojik kalıplardır.

  Şifreler, aynı zamanda, örneğin, tv programının içerik bakımından nasıl düzenleneceğini; macera, cinayet, savaş filmlerindeki içeriğin nasıl olacağını belirlerler. Tür üretimi kalıplaşmış şifrelere göre yapılır.

  Şifreler statik değildir, zaman içinde değişirler. Şifrenin örgütlenme geleneği göstergebilimde sosyal boyuttur: Şifre geniş bir kültürel çerçeve içinde iş gören medya kullanıcılarınca bilinen pratikler setidir. Bu şifreleri anlamak demek bu şifreleri kullanan bir kültürün üyesi olmak demektir. Örneğin nükleer fizikten konuşan bir grup içinde bir sosyolog ayrı bir kültürün insanıdır: Farklı diller, farklı şifrelerle konuşurlar, dolayısıyla, anlam iletimi ve anlaşma sınırlıdır. Gerçi medya metinleri yoruma açıktır, fakat belli kültürel geleneklerin kullanılışı, Stuart Hall’un deyimiyle "tercihli okumayı" getirir. "Tercihli okuma" egemen kültürel pratiklerin ve ideolojinin dolaşımının varlığını anlatır.

Hall kültürel ilişkilerde üç ana şifrenin (ve okumanın) dolaştığını belirtir: (1) Güçle bitişik olarak gelen egemen şifre: Bu şifre, toplumda egemen olan değerleri ve yeğlenen okumalarını taşır. (2) Yansızlık iddiasıyla gelen medyanın "anlaşmalı/müzakereli" şifresi; Şifreyi bu tür okuma (negotiated reading) kendi sosyal pozisyonun katarak egemen okumayı bükenlerin/değiştirenlerin okumasıdır. (3) Gerçeği resmi-biçimde sunulandan farklı yorumlayan karşıt şifre: Karşıt şifre yeğlenen egemen okuma şeklini eleştirir ve metnin radikal şekilde karşıt okumasını düzenler. Karşıt okuma sosyal pozisyonları onları tercihli okumayla doğrudan çatışmaya koyanların okumasıdır. Dolayısıyla, kodlanan ile çözümlenen arasında benzerlik (homoloji) garantisi yoktur.

Hall’un iddiasının aksine, elbette izleyiciler her metinden bu üç tür okumadan birini yapmazlar; fakat okumalar karşıtlık ile katılma uçları arasında bir yere düşer. Örneğin, bakıp geçebilirler; fakat bakıp geçtikleri bile, bir anlam vermenin sonucudur; bu anlam verme “üzerinde düşünmeye değmez” gibi bir karaktere sahip olabilir; bu tür okuma, kabul etmeme, sevmeme veya katılmama içine düşer. İzleyici, “ben apolitiğim” diyen gibi metinle ilgilenmeyebilir, önemsemeyebilir. Bunların hepsi de, ister sürekli izlesin, ister bölük pörçük izlesin, içerikle ilgili oluşan bir tepkidir ve bu tepkiyi de “ilgisizlik” olarak niteleyebiliriz. İlgisizlik, izlemeyle gelen bir karşı okuma veya katılma sonucu olabilir.

Fakat şunu aklımızdan çıkarmayalım: dil sonsuz anlamlar üretmemize izin vermez; çünkü sonsuz anlam üretebilmemiz için sonsuz sayıda sembollerin (özellikle niteleme sıfatlarının) olması gerekir ki bu da yoktur.

İşlenmiş kodlar ve sınırlı/bağlayıcı kodlar

Basil Bernstein’e göre sosyal sınıf sistemi farklı dil tipleri yaratır ve sosyal sınıf dille de muhafaza edilir. Günlük konuşmada kullanılan dilin yapısı bir sosyal grubun varsayımlarını yansıtır ve biçimlendirir. İşlenmiş karmaşık kodlar, üzerinde çok düşünmeyi gerektirir ve bir şey söylemek için farklı yollar sunar. Sınırlı kodlar çok az tercihler sunar. Örneğin yakın arkadaş, okul, aile grubunda kullanılan deyimleri o grup dışındakiler anlayamayabilir. Orta sınıf ve üstü her iki kodu da kullanır: Evde sınırlı kodlar ve işte işlenmiş karmaşık kodlar kullanılır. Fakat tarikat üyelerinin, ırkçı grubun karmaşık kod kullanma olasılığı azdır.

Örnek çerçeveler ve anlam dizimleri

Göstergeler örnek çerçeveler (paradigmalar) ve anlam/söz dizimleri[3] olarak şifrelenirler. Belli bir kategorinin öğesi olan ilişkili, fakat kendi önemli ölçüde farklı, işaretler seti bir örnek çerçeveyi (paradigmayı) oluşturur. Film ve televizyonda, örnek çerçeveler çekimlerin/sahnelerin geçişidir (örneğin, kesme, yavaşça aç (fade in) ve yavaşça kapat (fade out), çöz (dissolve), sil (wipeout).

Anlam dizimi anlamlı bir bütün oluşturan karşılıklı ilişkiler içindeki işaretlerin düzenli birleşmesidir. Bazen "zincir" olarak adlandırılır. Bu birleşmeler belli kaideler ve kurallar çerçevesi içinde yapılır. Örneğin, dilde, “cümle” kelimelerin bir anlam için söz dizimidir. Göstergebilim incelemeleri çoğu kez neden belli bir koşulda belli bir paradigma kullanıldığı ve alternatiflerin kullanılmadığı üzerinde dururlar. Örneğin, Fiske'ye göre (1982:62) seçilenin anlamı seçilmeyenin anlamıyla belirlenir. Fiske doğru; çünkü özellikle siyasal kavramların ve ideolojik yapıların anlamlandırılmaları genellikle bu şekilde yapılır. Ama genel anlamlandırma, seçilmeyenin veya karşıtın varlığından çok, paralel veya doğrudan ilişkilendirmeyle yapılır. Örneğin bir geceyi anlamlandırmayı öncelikle gündüzün varlığına bakarak değil, gecenin varlığıyla ilişkilendirerek yaparız: Umberto Eco’nun, James Bond romanlarını temel öyküleme şemasına göre incelemesini örnek verelim: Bond'a görev verilir; Kötü adam Bond'a görünür; Bond kötü adamın ilk muayenesini yapar veya kötü adam Bond'un. Kadın gelir ve kendini Bond'a gösterir. Bond kadını tüketir/kullanır: Sahip olur veya seksüel ayartma başlar. Kötü adam Bond’u yakalar; Bond'a işkence yapar. Bond kötünün hakkından gelir; Bond kadından zevk çıkartır ve sonra kadını kaybeder (Woollacott, 1982:96-7)

İşaret edici ve çağrışımcı anlam düzeyi

Saussure’un modelinde işaret/gösterge kavramı, anlam veren ve anlam verilenden meydana gelir. Anlam veren işaretin algıladığımız fiziksel varlığıdır. Anlam verilen işaretin düşünsel kavramıdır. Bu ikisi dış gerçeği ya da anlamı oluşturur. Bu iki öğe ortak kültürel deneye bağlıdır, evrensel değildir. Anlam bu öğelerin yapısal ilişkisinde aranır. Saussure öncelikle dilsel sistemle, ikincil olarak, bu sistemin, işaret ettiği gerçekle nasıl ilişkide olduğu ile ilgilenmiştir. Çok nadiren "okuyucuya" (izleyiciye, seyirciye) ve okuyucunun sosyo-kültürel konumuna eğilmiştir. Bir tümcenin kurulabileceği karmaşık yollar ve biçimsel yapının anlamı saptamasıyla uğraşmıştır. Aynı tümcenin ayrı koşullardaki insanlara ayrı anlamlar taşıyabileceği arka planda kalmıştır.

Metin ile yazar/okuyucu arasındaki ilişkiye Saussure'un takipçisi Roland Barthes önem vermiştir. Barthes'in yaklaşımında iki anlam düzeni önem kazanır: Birinci anlam düzeni Saussure’un üzerinde durduğudur: İşaret içindeki anlam veren ve verilen arasındaki ilişki. Bunu Barthes "sözlük anlamı" olarak niteler. Bu işaretin açık, bilinen anlamıdır: Örneğin, cadde, bu anlamda, nasıl boyanır, filme alınır, gösterilirse gösterilsin, caddedir. Ne veya neyin işaret edildiği aynı kalır: Cadde. Anlamın ikinci düzeninde işaretle kullanıcının ve kültürel değerlerinin arasındaki ilişki incelenir: Bunu Barthes "çağrımsal anlam" olarak niteler. Burada "cadde" artık her cadde değildir; belli özelliklere, atıflara, değerlendirmelere, nitelemelere göre açıklanan/öykülenen caddedir. Çağrımsal anlam kültüre bağlılığı nedeniyle keyfidir ve öznel düzeyde çalışır. Fakat bu öznelliği birçok durumlarda farkında olmayarak birincil düzene ait gerçekler olarak okunur. Azınlıklar, Yahudiler, Sünni olmayan Müslümanlar vs. hakkında "onlar böyledir" diye çeşitli öznel görüşler nesnel gerçekler olarak sunulur.[4] İşaretin bu öznel şekilde işlemesi yanında, Barthes'a göre, ikinci olarak, gösterge mitten geçerek işler; mit ile kültür gerçeğin veya doğanın bazı yanlarını açıklar, anlar; mit kültürün bir şey hakkında düşünme yolu, o şeyi kavrama ve anlama yoludur. Bir kültürdeki mitler evrensel değildir. Egemen olan ve buna karşı olan mitler vardır. İşaretin üçüncü şekil işleyişi simgelerle olur. Simgesellikte işaret (örneğin kürk) başka bir şeyi ifade etmeye dönüştürülür (kürk soğuktan korunmak için kullanılan bir giysiyken, bir statü ve zenginlik sembolü haline gelir).

Fiske'ye göre (1982:91) İşaret edilen (sözlük anlam) neyin fotoğrafının çekildiğidir; Kültürel anlam-verme nasıl fotoğraflandığıdır (elbette anlam veren, fotoğrafı çekense). Fiske’ye katılmadığımız nokta, işaretlemenin çok anlamlılaştığı, yani çoklu anlam vermeye açık olduğu (polysemic) yorumudur. Günlük dilde anlayacağımız deyişle, Fiske, izleyicinin anlam vermede özgür olduğundan; aktifliğinden; mesajın ideolojik gücünün, yüklenen ideolojik çerçeveden bağımsız olduğundan, mesajın alıcıya bağımlılığından bahsetmektedir. Bize göre, neyin fotoğraf edildiği de nasıl fotoğraf edildiği kadar alternatifler arasından seçimleri gerektirir ve seçimler de, sonuçta ideolojiktir. Çoğulcu anlamlandırma çoğulcu liberal demokratik bir ortamda yaşandığını anlatmaz. Çoğulcu anlam, eğer kontrol edilen alternatifler veya tüketim malları arasından yapılan seçmedeki çoğulculuk ise, bu çoğulculuk egemen ideolojinin sunduğu pazar yapısına işlevsel olan çoğulculuktur. Levi’s ile Wrangler arasındaki seçim çoğulculuğu anlatmaz; sunulanlar arasından birini tercihi anlatır. Bir haber üzerinde çoğulcu anlamlandırma kişisel farklılıkları ve demokratik çoğulculuğu değil, egemenlik ve mücadeledeki ideolojik koşulu anlatır. Bu anlamda çoğulculuk milyonlarca haber izleyicisinin, binlerce farklı anlam verdiğini veya vereceğini anlatmaz: O toplumsal süregiden egemenlik ve mücadelelerle gelen “yaşamı yorum çeşitleri” sayısından öte gitmez: Yeni anlamlandırmalar yaratma yeni anlamlandırmayı gerektiren yeni biçimlerin oluşmasını (yeni ilişkiler, yeni oluşumlar, yeni üretim tarzları, yeni teknik veya teknolojik transferler veya yapımlar) gerektirir. Kitle kültürünün popüler bilim-kurgu düşlerinin uzay filmleri ve kitapları ancak özellikle egemen güçlerin ve ideolojilerinin kaygılarını, korkularını dile getirir ve bunları yenme için çareler sunar: Yani bugünün egemen koşullarının yarınlara uzatılmasıdır (Erdoğan, 1997a, 2002).

Gerçi Fiske hiç değilse, kültürün diğer bazı üyeleriyle ortaklığı olan “karşılıklı-öznellik” yorumlamadan bahsetmektedir. Biz, daha çok, belli egemen karakterler ve karşıt anlamların toplum içinde döndüğünü ve medyanın anlam yüklemelerinde (mesajlarında) ana karakterin belli egemen ideolojilerin (ve karşıtlarının) taşıyıcısı ve ileticisi olduğu görüşündeyiz. Medyanın bu yüklerini paralel yönde veya çakışan biçimde anlamlandırma, benzer tutumdaki insanlarla bu ideolojiler arasındaki “karşılıklı öznelliği” anlatır. Farklı anlamlandırma ise, yüklenen anlama karşı karşıtlık biçimlerini ifade eder. Bütün bu anlamlandırmalar (veya okumalar) da, bireyin özgür beyninin bağımsızca yarattığı veya yoktan var ettiği “benzer veya karşıt okumalar” değildir. Örgütlü yaşamın gerçek koşulları altında biçimlenmiş ve bu örgütlülüğün karakterlerini egemen veya karşıtlık biçimleriyle taşıyan insanın kendini ve ilgili olduğunu anlatımıdır. Bu anlatım biçimlerinde, insanlardan oluşan toplumun insanlardan geçerek kendini ifadesi vardır. Bu ifadelerle birey ve toplum neyse odur ve “ne olduğunu (kimliğini)” üretir. Bu üretimi de medyada yaşamın öykülenmesinden değil, yaşamın içinde yaşamdan geçerek yapar. Bu ifadeler örgütlü bir yapıyı meşrulaştırdığı ve desteklediği gibi, eleştirebilir veya karşıtı da olabilir.

Sanal gerçek (virtual reality)

Bilgisayar ve internet gibi yeni teknolojilerle yaratılan çevreye verilen isimdir. Örneğin Microsoft Uçuş Simulatörü gibi teknolojilerle gerçeğin aynen taklidi olan (simule edilmiş) bir çevre yaratılır ve o çevrede “gerçek oynanır”. Dikkat edilirse, bu gerçek, “gerçek gibi gerçektir”. Zizek’in belirttiği gibi (2003) sanal gerçek, gerçek kahve gibi kokan ve tadı olan, ama gerçek kahve olmayan kafeinsiz kahve gibi, özünden yoksun bırakılmış bir gerçek sunar. Sanal gerçek, gerçek olmayan ama gerçek olarak deneyimlenen gerçektir.



[1] Garnham, bu, akademik çıkar nedeniyle yapılır diyor. Bu çıkar bir burjuva akademisyenin kendi sınıfının sistemini ve böylece kendini desteklemesidir. Bu çıkar burjuva olmayan ama akademisyen olan ve kendi çıkarını burjuva sisteminin çıkarlarıyla özdeştiren için de aynıdır. Bir diğer grup ise sistemden memnun olmayan fakat sistemin gazabından korkan ve kendini sistemle özdeştirmekten kaçınanlardır. Bunlar sistemin hoşuna giden veya hoşuna gitmese bile kendine tehlikeli olmayan kontrollü ve işlevsel görev yapan “karşıt okumacılardır.” Eleştirilerinde bile, burjuva sistemini yüceltirler.

[2] Göstergebilimdeki içerik analiziyle, pozitivist-ampirik içerik analizi farkı ve göstergebilimci analizin özellikleri için bkz: Finlay-Pelinsky, 1982.

[3] syntagms, sentaks, syntagm, dilde söz dizimi.

[4] Öznelliğin çoğunluğun kabul etmesiyle nesnelleştirilmesi veya öyle gösterilerek nesnelleştirilmesi.