AMERİKAN METROPOLÜ: NEW YORK'TA YAŞAM

 

New York....New York... Herkesin görmek istediği bir kent. New York "big Apple" (büyük elma) diye anılır. New York'lu "I love NY" sloganını taşıyan rozetler takar, tişörtler giyer.

New Yorklu evinin kapısına en az üç kilit takar. İçeri girer girmez sürgüler vurur kapısının ardına. Pencerelerini sımsıkı örter. New york'lu kimseye kapısını açmaz, evi kale gibidir. Fakat New Yorklu yine de evinde bile korkuyla yaşar.

New York'ta insanlar tedirgindir, Sokakta dikkatle yürürler. Göz göze gelmekten bile kaçınırlar. Yardımlaşma ve anlayış gibi duygular silinmiştir.  "Elini verirse kolunu kaptırmak" korkusuyla kimse kimseye yardım etmez. Birkaç zenci genci birarada gören New Yorklu, her ihtimale karşı yolunu değiştirir. New York'ta insanlar arasında iletişimi, dayanışmayı ancak  facialarda, kazalarda, ya da tünellerde trenler bozulup kaldığında gördüm.    New York'ta arabasını park eden kişi, ertesi gün geldiğinde camlarını kırılmış bulmamak için dua eder. Hele arabası yeniyse, alarm takar, direksiyona çelik çubuk bağlar. Arabasını asla radyosuyla bırakmaz, çünkü hemen camını kırıp çalarlar.

Kadınlar değerli yüzük, kolye, bilezik filan takamaz, çünkü koparıp alırlar. Gösterişli giyim, "gel beni soy" demektir. Yolda birisi  yaklaşır da konuşmaya, bir şey sormaya kalkarsa, görmemezlikten ve duymamazlıktan gelir geçer çokları.

Evine kapanır, televizyonu açar haber dinler insanlar. Haberler soygun, cinayet, her türlü saldırı, kurşunlanma, tren altına itilme ve benzeri olaylarla doludur. Bu insanı daha da korkutur. Pencerelerine çelik koruyucular taktırır.

Böyle bir kent sevilir mi?  Böyle bir şehri ancak ayağı sokağa değmeyen, trene binmeyen, alışverişe gitmeyen zengin sosyete sever. Çünkü bunlar gökdelenlerinin tepesinde, etrafları "body guardlarla" dolu, günlük tehlikeden uzak rahat bir hayat yaşarlar. Yine de korku içindedirler. Lüks otellere, balolara, partilere, yalnız zenginlerin girebileceği eğlence yerlerine gittiklerinde bile, limozinlerinden inip üç adımda kendilerini içeri atmaya korkarlar. Ne olur ne olmaz diye, mÜcevherlerini içeri girince takarlar. Çıkarken saklarlar.

New York'ta her an kendini insan seli içinde bulursun. Bir gökdelenden aşağı baktığında on binlerce karıncanın oraya buraya hızla koşturduğunu görürsün. Hava kararınca bu sel durulur. Herkes evine çekilir. New York'ta eğlence ve seks bölgeleri sabaha kadar uyanıktır. Kırkikinci Caddeyle sekiz ve dokuzuncu Avenüler ve Times Square,  x-rated filmler oynatan sinemalar, uyuşturucu madde ya da kendilerini satanlar, dünyanın sonunun geldiğini cırrak cırrak ilan edip "tövbe edin!" diye öğüt verenler, "en iyi çıplak show burda, gel!" diye kapıda dikilenler, 25 cent'e küçük bölmeli kutularda seyredilen seks filmlerinin görüleceği yerlerdir.

Geceleri daha da canlanan bir başka yer Greenwich Village ile onun hemen bitişiğindeki New York Üniversitesinin olduğu semttir. Bu semtte genellikle turistler, eksantrikler, el ele yürüyen ve öpüşen homoseksüeller, her tür müziğin bulunduğu eğlence yerleri, dünyanın hemen her ülkesini temsil eden lokantalar, küçük parklar ve buralarda uyuyan evsizler ve sızıp kalmış alkolikler görür insan. 

Geceleri hareketli olan bir başka yer de  China Town (Çin Kasabası) ve Little Italia (Küçük İtalya) semtleridir. Buralar da dükkanlar, işportacılar, manavlar, lokantalar ve turistlerle doludur. Bütün bu yerler gerçekte halkın doldurduğu yerlerdir. Üst sınıfların gece eğlendikleri yerler başkadır.

A. NO BUSINESS LIKE SHOW BUSINESS

 

New York. Öğle yemeği vakti. Bürolarda çalışanlar öğle tatilindeler. Kırkikinci Sokak ve Beşinci Caddedeki Büyük Kütüphanenin uzun  basamaklarını oturan insanlar doldurmuş. Yiyor, içiyor, konuşuyorlar.  Kütüphanenin önündeki caddede, palyaço giysili bir genç sihirbazlık yapıyor. Seyirciler çevresini sarmış. Gösteri bittiğinde de isterlerse para veriyorlar. Biraz ilerde, bir ressam bir duvarın kenarına sergilediği resimlerini satmaya çalışıyor. 

Kırkikinci Sokaktan karşıya geçip Beşinci Cadde üzerinde yürümeye başlayalım. Büyük bir kalabalık yolu tıkamış. Yaklaşıyoruz. 10 ile 16 yaşlarında 5 zenci genç portatif stereo teypten gelen ritmik tempoya uygun dans ediyorlar.

Kırkdokuzuncu sokakta, giysisi kırmızı siyah damalı, uzun boylu bir adam  tulumuyla İrlanda müziği çalıyor. Pek durup dinleyen yok. Para veren de.  Birkaç sokak ilerde Kilisenin önünde romantik gitar müziği dinliyor bazıları. Benim gibi eskiçağ romantikleri de kısa bir mola veriyor, dinliyor, içleniyor, bir dolar atıp yoluna devam ediyorlar.

Ellidokuzuncu sokağa ulaştığımızda, sokağın iki yanında iki küçük park görürüz. Birinde jaz müziği çalan bir gurup epey dinleyici çekmiş. Öbüründe ise birkaç genç klasik ve popüler Rock'n Roll müziği çalıyorlar. Müzik ruhun gıdasıdır derler. Derler demesine de, ah bir de aç miğdeyi doyursa n'olur!

Bu sokak müzisyenleri kış gelince ya Florida'ya, ya da Kaliforniya'ya doğru ekmek (ve de uyuşturucu madde) parasını çıkarmak için yola çıkarlar. Bu sokaktakilerin bütün umudu bir gün ünlü olmaktır. Çünkü ideoloji onlara umutsuz umudu, umut olarak verir. Aralarından ünlü olanlar da çıkar. Bu da Amerikan ideologları tarafından "Amerikan dream" denilen safsatanın desteklenmesi için kullanılır: Herkes zengin olabilir, herkes umduğunu elde edebilir.

 

B. SOKAKTA DİN VE SİYASET

Mücevher, altın, inci filan satılan, cıvıl cıvıl insan dolu olan zengin kirkyedinci Caddeyi geçtikten sonra Rockefeller Center'in önüne geliyoruz. Turistlerin de akın ettiği şahane görünümlü bir yer. Otuz yaşlarında kısa boylu sıska bir kadın çöp tenekesinin içine sarkmış yiyecek arıyor. Şansı yok. Doğrulup öteki çöp tenekesine yollanıyor. Çöplerin biraz ilerisinde, üzeri yüzlerce beyaz-madeni çivilerle dolu deriden siyah giysili, pahalı deri çizmeler giymiş dev gibi üç zenci, büyük bir tabelanın yanında nutuk atıyorlar. Tabelada uydurma dini resimlerle İncilden alıntılar var. Bu üç zenci, Yahudilerin Hz. İsa'yı öldürdüğünü, kiliselerin İncili yanlış yorumladığını, Hz. İsa'nın beyaz ırktan olmadığını;  Amerikalı olmayan göçmenlerin Amerikalıların elinden, özellikle Amerikalı zencilerin elinden işlerini aldığını, bu yüzden işsizlik olduğunu; Harlemde Çinli ve Koreli gibi yabancıların iş yeri açmasının engelleneceğini, zenci işadamlarının iş açıp zencilere iş vermelerinin zorunluluğunu ileri sürüyorlar. Yaptıkları düpedüz  ırkçılık ve din maskesi altında Yahudi düşmanlığı.  Hep düşünmüşümdür: Bu  iyi besili, dev yapılı genç adamlar kim? Gerçek işleri ne? Bu pahalı giysileri nasıl satın alabiliyorlar? Giydikleri tek bir çizme veya deri ceketi satın almak için normal bir işçi veya memurun bir haftalık gelirini yatırması gerekir.  FBI mı besliyor bunları yoksa sivil polis mi (FBI Amerikanın federal sivil polis teşkilatıdır)?

Beşinci cadde'den bir an ayrılıp  şöyle sekizinci Cadde'ye ve ötesine yürüyelim: Fal açıp geleceği okuyanlar, yıldıza bakanlar, muska yazanlar, aşk-evlilik-iş sorunlarına çare bulanlar, ermişler ve azizleri görürüz. Bunlar çoğunlukla bir avanak bulup soymak için, avlanan insanlardır. Ancak ermişler ve azizlerin para yapmakla uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Bazen Beşinci Caddede de ellerinde incil "dünyanın sonu yakın, tövbe et!" gibi sözleri bağırarak yürüdükleri olur. Bunlar, ne yazık ki, muratlarına erdiklerinden, aradıkları, umdukları başka bir şey kalmamış, kafayı üşütmüş zavallılardır.  

 

C. İŞPORTACILAR: PEKİ ZABITALAR NERDE?

 

İşportacıların durumu üzücüdür. Zor koşullarda özel girişimle karınlarını doyurmaya çalışırlar. Son zamanlarda, özellikle 1970'lerden beri artan bir şekilde, her semtte kalabalık sokaklarda işportacılar türedi. Beşinci Cadde boyunca yürüdüğümüzde hemen her adımda giysiden oyuncağa ve akla gelebilecek her türlü ıvır zıvıra kadar şeyleri satan işportacıya rastlarız. Bu işportacıların çoğunu ispanyollar, Orta Doğulular (Lübnanlılar, Filistinliler), Afrikalılar ve Amerikan  beyazları oluşturur. Bazen polis gelir, kovalar, ceza yazar. Fakat çoğu kez görmemezlikten gelir. Belki de avantasını alıyordur polis, kim bilir?

Bir ara bu işportacılara resim, pankart, karikatür gibi popüler kültür maddeleri satan genç Ruslar da eklenmişti. Fakat şimdi pek görünmüyorlar.

Birkaç seneden beri, ellerinde çantyayla kol saati satan Afrikalı gençler türedi. Gece yarılarına kadar sokak köşelerinde satmak için dikilirler.

Son zamanlarda caddeyle kaldırım arasına küçük tezgahlarını açarak kitap satanlar türedi. Çoğunlukla eski dergiler, çocuk kitapları, sözlükler, ansiklopediler gibi şeyler satıyorlar.

 

D. ÜÇKAĞITÇILAR: BUL KARAYI AL PARAYI

 

Caddede, bir elinde deste ile yirmi dolarlıklar, ötekinde üç oyun kağıdıyla genç bir zenci çocuk bağırıyor: "Gel! Bas parayı! Hangisi? Vay be! Buldun valla! Al kırk kaat!" Kırk doları göstere göstere veriyor parayı basanın eline. Tabi parayı basan bu üçkaatçılık oyunundaki arkadaşı. Ve tekrar propagandasına devam ediyor: "Bak nasıl da kazandı!" Göstere göstere yayıyor üç kağıdı masa diye kullandığı karton kutunun üzerine ve etrafındakilere hitap ederek devam ediyor:

 Hangisi? Bu mu? Hadi koy! Göster cesaretini!

Zorluyor merakla seyreden birkaç kişiyi. Gelip geçenler ilgiyle bakıyor önce ve, bir nazarda ne olduğunu görüp, durmadan yoluna devam ediyor. Bu oyuna en çok kananlar Amerikan turistleridir.

 

E. DİLENCİLER: ALLAH VERSİN!

 

Tanrı için üç beş kuruş lütfen, n'olur.

Tanrı versin. Yallah!

Ama Tanrı için!

Dedik ya, Tanrı versin. Çekil önümden! Kiliseni basamaklarını kirletiyorsun. Kiliseye giden milleti rahatsız ediyorsun!

Amerika'da yoksulluğun artışıyla dilencilik de hızla artmaktadır. Benim yaşadığım bölgede, (Queens denir), mahalle arasındaki parklarda uyuyan insanlar göremezdik 1980'lerin ortalarına kadar. Reaganomics'in de sayesinde, şimdi bu parkların kanapelerini ev bark edinmiş insanlar çoğaldı. Bazıları kadın. Bazılarının köpekleri bile var. Her yerde, özellikle metro girişlerinde, sinemaların önünde, ve insanların çok olduğu caddelerde  dilencilere rastlarız. New York'da Kırkikinci Sokak ile Ellidokuzuncu Sokak arasındaki yürüyüşümüzde de birkaç çeşit dilenci görürüz.  Kör bir dilenci, yanında köpeği, boynuna asılı bir tabela: "Tanrı seni korusun. Sen görüyorsun. Teşekkür ederim."  Bir kilisenin önünde tekerlekli sandalyede, otuzlarında  bir genç, aliminyum bir bardağı para atılması için uzıyor.  Biraz ilerde bir beyaz adam "25 cent'in var mı, yiyecek birşey alacağım?" diye önüne gelene soruyor. Birkaç sokak ötede duvar dibine çökmüş perişan bir adam. Önündeki kartonda şunlar yazılı: "AIDS HIV POZITIF. VIETNAM VETERANI. LÜTFEN YARDIM ET."  Daha ilerde bir kör kalem satıyor. Para verenler nadiren kalemi alıyor. Ötede bir kadın çocuğuyla oturmuş. Sessiz. Acıklı acıklı bakıyor gelip geçene. Bakan yok. Bir başka köşede elini yüzünü tamamiyle kapatmış biri çökmüş. Kadın mı erkek mi, ihtiyar mı genç mi, ne olduğu belli değil.

Karın doyurma, zıkkım sigarayı ve içkiyi ve de uyuşturucu maddeyi alma rekabeti meselesi: Dilenciler gittikçe daha da saldırgan ve ısrarcı olmaya başladı. Gelip "ver" diye önünü keserler. Trende veya yolda, bazıları önünde dikilir. "Hadi yardım etmeyecek misin? On kuruş bile yeter" der. Bazen bazıları birkaç beş kuruş ve birkaç tane de bir kuruş verirler. Dilenci bunu beğenmez, belki de hakaret sayar, ve geri verir veya kızıp yere atar.            Beyaz bir genç. Görünürde hiçbir sakatlığı yok. 17-18 yaşlarında. Trenin içinde hem yürüyor hem de yüksek sesle yalvarıyor: "Hapisten yeni çıktım. Annem babam beni evden attı. Korkuyorum. Sığınağa ihtiyacım var. Korkuyorum. Bu kez birşey verin. N'olur. Korkuyorum. Sığınağa ihtiyacım var."  Gencin gözlerine bakıyorum. Yeşil gözleri buğulu bakıyor, fakat kimseye bakmıyor. Göz sanki fokus kabiliyetini kaybetmiş. 

New York buz gibi soğuk. Kışın ortası, yıl 1994. Meşhur Radio City Music Hall'un önündeki caddenin bir alt köşesinde, genç bir kız çöp sepetiyle gazete bayisinin arasına oturmuş,  dileniyor.  Çöpleri koyduğumuz siyah kalın, plastik bir torbaya sarmış kendini. Para vermek için yaklaştım. Kızın çöp torbasından başka bir şey yoktu üzerinde: Çırılçıplaktı.

Bir tür dilencilik de özellikle zenci gençlerin yaptığı korkutarak adam yolmadır. Kırmızı ışıkta arabanız durur. Ellerinde kirli bir bezle, arabanın camını silmeye başlarlar. Yok falan demene kulak asmazlar. Sonra da başına dikilip para isterler. Çoğu insan korku belasına verir. Bazen de yolda yürürken, sana direk olarak gelip, sanki vermeye mecburmuşsun gibi "25 centin var mı, versene!" derler. Bu bazen seni soymaya kadar da gider.

Egemen kültür acıma gibi duygular üzerine değil, insafsızca "sahip olma" duygusu üzerine kurulduğu için, "yarışta kaybetmiş" olarak nitelenen dilencilere pek sempati duyulmaz. Dilencileri aşağılık, tembel ve hisleri istismar ederek para kazanmaya çalışan sefil fırsatçı olarak görülür. Para pek verilmez. Fakat dilenciliği televizyon yoluyla tanınmış bir kişi herhangi bir örgüt adına yapıyorsa (hasta çocuklara yardım, Afrika'ya yardım, kansere yardım, AIDS'e yardım gibi), o zaman durum birçokları için değişir: Örgütlü propagandaya ve sömürüye katılırlar. Bu katılmayla örgütlü-güçlülüğe katılma zevkini tadarlar. Verdiklerini de vergiden düşerler. Sokakta verince vergiden düşemezsin.

  

F. ÇÖP SEPETİNDE YİYECEK VE ŞİŞE ARAYANLAR                      

 

Yol boyunca cadde kenarlarında yerleştirilmiş çöp sepetleri vardır. Bazılarında "New York'u temiz tutalım" yazılı. Neden yazılı? New York bir çöplük kadar pis de ondan!.  Bir kadın çöp kutusunu karıştırıyor. İfadesiz bir yüz. Kimse umurunda değil kadının. Kadın aç. Şansı bu kez iyi. İnce bir çöpe takılı yalnız bir ikisi yenmiş parça şiş kebab buldu çöpten. Belli ki satın alan hoşlanmamış ve atmış. Kadın kuru kemikli küçük eliyle sıkı sıkıya sarıldı kararmış etlere. Ayrılmadı çöp tenekesinin yanından. Sol elinin kirli parmaklarıyla etleri kavrayıp birer birer sıyırıp ardı ardına ağzına attı. Sonra içecek aramaya başladı. Bulduğu birkaç boş soda tenekesini kafasına dikerek içindeki son damlaları midesine indirdi.

Artan işsizlikle birlikte kira ödeyemeyip evlerinden kovulan insanlar da artmaktadır. İşsizlik 1991'de % 6.7'den (8.4 milyon kişiden), 1992'de % 7.4'e (9.3 milyon kişiye) çıktı.  Evsizlik, işsizlik ve açlık. Bedava yiyecek veren kurumların önünde kuyruklar gittikçe uzuyor.

Amerika'da içilen soda ve bira şişeleri ve tenekeleri çöpe atılırdı. Ekonomik baskılar ve çevrecilerin de etkisiyle N.Y. gibi birçok eyaletlerde şişe parası kesilmeye ve şişeler geri alınmaya başlandı. Fakat çoğu kişi alışkanlık nedeniyle ve tanesi beş cent olan bir teneke veya şişe için vakit harcama yerine çöp tenekesine atar. Bu "şişe başına beş kuruş" uygulamasıyla birlikte bazı fakirlere zengin olmak için bir iş alanı açıldı: Ellerinde büyük çöp torbaları veya el-arabaları, çöp tenekelerinden şişe aramaya başladılar.  Her yaş ve ırktan olan bu kişilere kentin her yerinde sık sık rastlarsın.

Biraz kamburu çıkmış, sıska, kısa boylu bir adam, çamaşır taşıma için kullanılar tel el-arabasını çekerek bir çöp kutusuna doğru gidiyor. Arabanın içi soda ve bira şişesi ve tenekesi dolu. Adam, gözü çöp kutusuna dikili yaklaştı. El-arabasını çöp kutusunun yanına koydu ve çöpleri karıştırmaya başladı. Bulduğu soda tenekesini iyice boşalttıktan sonra el-arabasındaki torbaya yerleştirdi. (Bulduğu soda tenekelerinin içinde kalan son birkaç yudumluk sodayı içenleri de gördüm.)  Aramasını bitirdi. Yoluna devam etti.

 Mahallelerde herkesin çöp tenekesi evinin önündedir. Özellikle gece vakti ve sabahın erken saatlerinde şişe ve teneke aramak için bu çöp tenekeleri açılır, torbalar yırtılır ve çöp yerlere saçılır. Gündüz arayanlar çöpleri saçmamaya dikkat ederler. Çünkü herkesin gözü önünde yapamazlar. Saçılan çöpler zaten pis görünümlü sokaklara daha da rezil bir görünüm verir. Fakat halk alışır, alışmıştır. Görmez bile çöplükte yaşadığını. Kapıların önünde, pis kokulu çöplerin yanında, sohbet edilir. Hafta sonlarında, çöplük içinde piknik yapılır, sahilde pislikle dolu kumda yatılır.

Çöp tenekeleri fukaranın soda ve bira tenekesi ve şişesi toplayarak ekmek parası elde etmek için başvurduğu bir yer oldu. Kimbilir, kemerlerini sıkarak ve biriktirerek, birgün zengin bile olabilirler.

 

G. HOT DOG VE ŞİŞKEBAP

 

Bu yürüyüş sırasında  bir tane bile bakkala veya manava rastlayacağımızı ummayın. Umud boşuna. Çünkü yoktur. Birkaç sene önce Roy Rogers açılmış. İçerde Pizza King'de var. Çoğunlukla, bizdeki tükrük köftesi satanlar gibi, sokakların köşesinde hot dog, şiş kebab, şiş tavuk, humus, sandaviç, dondurma, fındık fıstık ve meyva satanları görürsün.  Tükrük köftecisinin arabasına benzer arabası olan bu satıcılar çoğunlukla beyazdır ve Yunanlı, Italyalı, Orta Doğulu ve Güney Amerikalıdır. İşleri de tıkırındadır. Bazen   bu satıcılardan bazılarının pis ellerine ve tırnaklarına bakıp kusacak gibi olursun. Fakat özellikle öğle yemeği sırasında bu satıcıların arabalarının arkasında büyük kuyruklar oluşur.  İyi giyinmiş, kravatlı ofis işçileri ve bürokratları, şık giyimli sekreterler ve turistler büyük zevkle yerler ve üzerine de soğuk bir kola devirirler. Bunlara çok uygun bir şekilde "fast food" (hızlı yiyecek) adı verilir: Hızla hazırlanır, hızla alınır, hızla miğdeye indirilir ve hızla hazmedilir ve bazen de hızla çıkartılır. Hızlı dünyanın bu "hızlı yiyeceğine" McDonalds gibi yerler de dahildir. Bu hızlı yiyeceklerin insan beslenmesine faydasından çok fazla zararı olduğu da bilinir. Bu "fast food" denilen yiyecekler "junk food" (hurda yiyecek) ve "garbage" (çöp) olarak nitelenir. Fakat gene de birçok kişi, özellikle çocuklar, McDonalds'ın çöplüğünü ve hurdasını evde sağlıklı yemeye tercih ederler. McDonalds gibi yerler dolar taşar. Bu tadlı hurdayı yer ve ardından da "diet cola" içerler. "N'apıyorsun?" dediğinde de, sana, bilmişce, normal kolanın kalorisinin fazlalığından bahsederler. Peki Big Mac, şiş kebab, hot dog ile aldığın kalori, tuz ve kolestorola ne dersin? Helal olsun derim!  

 

H. TURİST YOLAN MAĞAZALAR

 

1970'lerin başı. Beşinci caddedeki aynı yolda yürüyorum. Dükkanlar var, çoğunlukla elektronik aletler satan dükkanlar. Bir dükkanın önünde bezden büyük bir afiş asılı. Afiş şöyle diyor:

 

                "KAPANIYORUZ. BÜYÜK İNDİRİM. HERŞEY SATILMAK ZORUNDA"

 

 Bu afiş aynı dükkanın önünde yirmi sene kadar her yaz asılı kaldı. Geçenlerde (Mayıs 1993) kütüphaneden çıktım ve kitapçılara bakmak için yürüyordum. Boy boy kocaman asılı "büyük ucuzluk, kapanıyoruz, büyük indirim" ilanları gördüm. Bu ilanlar sürekli vardır. Sahtekarlığın daniskası tabi.

"Satış ve indirim" olduğunu söyleyen dükkanların bazıları paraya ihtiyaçları olduğu için büyük indirim yaptıklarını, bazıları kontratları bittiğini ve ev sahibinin onları attığı ve herşeyi hemen satmaları gerektiğini, bazıları "yeni idarecilerin geldiğini" ve bu nedenle % 70'e kadar indirim yaptıklarını yazar. Birkaç tanesi camekanları gazeteyle kapatır, yerlere yırtık gazete parçalarıyla doldurur, megafonla çığırtkanlar bağırır:

- Son şans! Büyük indirim! Herşey su fiatına! Bu fırsatı kaçırma!

Bu mağazalarda herşeyin fiat etiketi  vardır. Herşey yüzde elliden fazla indirilmiş. Eğer pazarlık yaparsan daha da indirirler. Onlar sattığı malın fiatını çok iyi bilir. Düşünün, indirimle 250 dolarlık birşeyi 100 dolara alıyorsun. Hatta 75 dolara. Fakat burda bilmediğiniz birşey var: O fiat etiketlerini kendileri basıp yazıyorlar. Normal olarak on liraya satacağı bir şeyin fiatını otuz lira gösteriyor, yüzde elli indiriyor ve sana onbeş dolara kakalıyor. Eğer gözü açık geçinen biriyseniz, pazarlıkla belki onbir dolara falan alırsınız. Siz memnun terkedersiniz dükkanı. O memnun ardından güler. Peki turistler kazıklandıklarını sonradan anlamazlar mı? Anlarlar anlamasına da, New York'tan uzakta kendi kentlerinde veya kasabalarında evlerinde olurlar. Yani atı alan Üsküdarı geçmiş olur. Geçmiş olsun!

Arkadaşım Korkmaz ve Zeynep'e ucuza notebook bilgisayar alacağım. Alacağım model her yerde yok. Günlerdir New york'u ve telefonla Amerika'yı kolaçan ediyorum. Diana'nın dediği gibi, ben bazen 5 kuruşa ucuz almak için telefonla ve gidiş gelişle 15 kuruş harcayan sözde-akıllı alışverişcilerdenim. Bu mağazalardan birkaçında aradığım bilgisayar var. Gülünç fiatlar: Üzerinde 3,000 dolar yazıyor, size "büyük indirimle" 1200'e kakalıyor. Reklam veriyorlar New York Times gazetesinde. Gidiyorsun. "O ucuza olan kalmadı, şu var" diye sana başka bir tanesini satmaya çalışıyorlar. Özgür ülkede hem kakalamak hem de kakalanmamak hakkı vardır! Kakalanmamak hakkının üzerinde kakalama hakkı Alaaddin'in devi gibi bağdaş kurmuş oturur. Çabamız, az kakalanaraktan birşey almak olur. Bu dediğimi duyan dev, bana bakıp haince kıs kıs gülüyor.

 

I. AHIR GİBİ KOKAN PİS METROLAR

 

 Trenler ve otobüsler hemen her yere giderler. Giderler, giderler de, her zaman gitmezler: Üç buçuk saatte Ankara'dan Frankfurt'a gittim geçenlerde.  Ordan da 6.5 saatte New York'a. Elimde çantam. otobüse atladım. Sonra da metroya binip eve gidece'm. Belki 40 dakka falan süren bir yolculuk. Yağmur yağmış ve istasyonların bazılarını su basmış. New Yorkta çok yağmur yağar. İndim yer altına. Tren yok. Bir sürü insan. Otobüse binmek gerek. Duraklar insanla dolu. Otobüsler tıklım tıklım. Durakta durmuyorlar bile. Akıllı Türk olarak, birkaç önceki durağa yürüdüm ve otobüse bindim. Otobüs bizi gideceğimiz yere birkaç kilometre uzakta bıraktı. N'apacaz? dedik, yürüyeceksiniz dediler. Uzun köprünün üzerinden on dakka falan yürüyeceksin ve öte tarafta otobüse veya metroya bineceksin. Taksi mi tut?  Taksi köprüyü geçinceye kadar biz üç kez gider ve beş kez geri geliriz. Trafik de yürümüyor ki... Neyse 3.5 saatte eve vardım.

New York metrosu New York'un altını ve üstünü bir ağ gibi örer. 24 saat çalışır. Dünya'da eşi yoktur. Trenler yıkanır, temizlenir. Temizlemek için kullandıkları kimyasal madde başını döndürür, miğdeni bulandırır. Metro trenleri bazen bizim hayvan ahırından daha pis kokar ve kirlidir. Özellikle kışın geceleri burnunun direği kırılır kokudan. Çünkü tren oturakları dondurucu soğuktan kaçan evsiz insanların evi ve yatağı olur. Aylardır banyo yapamamışlardır. Elleri ve ayakları bir karış kir içindedir. Leş gibi kokar zavallılar. Trende işerler. Herkes kaçar onlardan. Fakat kokudan kaçamazsın. Yasak olmasına rağmen kesekağıdında gizlice soda ve içki içilir ve trende yere atılır. Okunan gazeteler trende bırakılır. Oturaklar pislik içindedir. Sarhoşlar kusar. Özellikle, gece yarısı, trenlerde seyahat için burnunu çamaşır mandalıyla tıkamanız bile fayda etmez.

Bazı gençler trenin içini yazıyla doldururlar, trende asılı reklamları karalar ve yırtarlar, metrodaki telefonları kırarlar.  Durak işaretlerini karalarlar.

Metrolar işçi sınıfını evden işe ve işten eve taşırlar. Çok enteresan, hafta sonlarında nedense servis yavaşlar. Neden? çünkü işyerlerinin çoğu kapalıdır. İşverenin işçiye ihtiyacı olmadığından trenler de aheste çek kürekleri diyerek yola çıkarlar. Halkın  gitmek istediği yere yarım veya bir saat geç gitmesinin önemi yoktur, dolayısıyla tren servisi yavaşlar. Hele, hafta içinde, millet akşam eve dönerken trenler gecikir, sinyaller bozulur. Beklesinler, aceleleri ne!

Metrolar evlerin tepesinden büyük gürültülerle geçer. Yer altından geçtiklerinde de yer sarsılır. Bu evlerde yaşayan insanların nasıl uyuyabildiklerine şaşmışımdır. Yeni tanıştığım biri tam tren yolunun yanında oturuyordu. Yani evinin penceresiyle tren arasında on metreden fazla mesafe yoktu. Yalnız tren yolu birkaç metre daha yukardaydı. "Nasıl uyuyabiliyor sunuz?" diye sordum. "Zamanla alışıyorsun, duymuyorsun bile" dedi.

Metrolar metro polisleriyle ve sivil polislerle dolu olduğu halde gene de cinayetlerin, soygunların, hırsızlıkların olduğu bir yerdir. bazen soyulduğunun bile farkına varmazsın. Birkaç kısa örnek vereyim:         Tanıdığım biri işten yorgun çıkıyor. Gece vakti. Yolu bir saatten fazla. Oturuyor ve biraz sonra elinde olmadan uykuya dalıyor. Uyandığında ceplerinin jiletle kesildiğini ve bütün parasının çalındığını görüyor. Şanslı ki boynunu da kesmemişler. Metroda uyumak bir daha hiç uyanmama olasılığını getirir.

 

Öğleden sonra. Hava güzel. New York'ta doğmuş büyümüş, polislik yapmış, dev yapılı 50 yaşlarında bir zenci tanıdığım, Mr Basset, Flushing denen yerden trene her zamanki gibi işe gelmek için  biniyor. Birkaç durak sonra üç tane genç zenci çocuk giriyor trene. Kapılar kapanıp tren hareket eder etmez, üçü birden adamın etrafını sarıyorlar. Biri elideki tabancayı Mr Basset'in kafasına dayayarak kımıldamamasını, cüzdanını ve yüzüğünü vermesini istiyor. Veriyor tabi. Tren genellikle bir iki dakka sonra diğer istasyona varır. Tren duruyor. Ona yerinde oturmasını söylüyorlar ve çıkıp gidiyorlar. Mr. Basset en çok evlilik yüzüğünü almalarına içerliyordu.

Kadın eşiyle oturuyor. Eşi tam kapının yanında. Ben de tam karşılarında. Tren durdu. Millet çıktı. Tam kapılar kapanırken 13, 14 yaşlarında bir zenci genç dışardan fırtına gibi içeri daldı, kadının eşinin kolundaki saati koparıp, girdiği gibi çıktı. O an kapılar kapandı ve tren yürüdü. Kadın "oraya oturma demedim mi sana" diye eşine hakarete başladı. Adam sessiz. Yirmi dakka sonra ben trenden indiğimde kadın çenesini hala kapamamıştı. Evlilikte aşk!  Kilit vurmak gerek! Kapıya değil tabi, çeneye: İyi çare değil mi? 

Metroların girişleri ve içerisi 1980'lerden beri gittikçe artan dilencilerle dolmaya başladı. Metroda dilenciye rastlamamak hemen hemen imkansızdır. Bunun yanında, uyuyan evsizler, müzik çalıp dilenenler ve ellerinde çantalarla ufak tefek şeyler satan işportacılar. Geçenlerde, bir sihirbaz trende gösteri yaptı ve para topladı. Fena da para yapmadı yani. Ekmek parası kazanmak için insanın yaratıcılık örneği...

Metro akıl almayacak kadar para yapar. Fakat servis hep kötüdür ve bütçe hep açık verir. Ne olur paraya? Büyük kısmı bakıma ve ücretlere gider. Bakım nasıl yapılır? Özel teşebbüse ihaleyle verilir. Bu özel teşebbüsün yaptığı uydurma ve kalitesiz işe bakıp insanın kudurası gelir. Metroya hoparlörler konur. Her on metrede falan bir hoparlör. Onun için hatlar döşenir. Hoparlörler biter. Sözde bu hoparlörler halkla iletişimi kolaylaştıracaktır. Çoğu kez bu hoparlörler çalışmaz. Çalıştığı zaman ise ya denileni anlamak tamamiyle imkansızdır ya da sesin yüksekliğinden ve cızırtıdan kulağın patlamasın diye kulaklarını tıkarsın. Metrolar sürekli boyanır. Boya üstüne boya. Boya değil, göz boyaması! Pofesyonellik asla arama. Kötü ve çatlamış boya temizlenmez, eskinin üzerine vurulan boya da kısa zamanda çatlar ve dökülür. Tamirat bir yerden başlar ve bittiğinde halk sevinir, fakat hemen ardından bir ilerisinde başlar. Orası da bitince, millet sevinmeye fırsat bulmadan bir evvelki yeri tekrar tamire başlarlar. Yani tamir ve trenlerin aksaması New York'lunun günlük yaşamının alışılmış bir parçasıdır. Bu işlere "olur" veren müfettişlerin gözü kör mü dersiniz? Yoksa ceplerine giren gözlerini kapamalarına mı sebep oluyor?

Büyük kentler metrosuz yapamaz. Metro aksadığında veya durduğunda kent felce uğramış gibi olur. Bu da hemen hemen her kış en az bir kez olur. Millet işe gidemez. Sermayenin sözcüsü televizyon habercileri ertesi gün sermayenin kaybettiği paranın hesabını yapıp, sermaye için, iletişim araçları yoluyla "şu kadar milyon dolar kaybedildi" diye ağlarlar. Sermaye tabi söylenen kaybının acısını hemen çıkarır. Peki ücretli insan kitleleri? Onların kayıplarına ne dersin? Burnu yerde sürtünenlerin burunları bir gün daha çok sürtülse ne yazar ki! Lafa bak!

 

J. SOKAK FAHİŞELERİ

 

Beşinci cadde üzerinde yürüyüşümüzde sokak fahişelerine rastlamayız, çünkü bu cadde onların işi için uygun değildir. Yürüyüşümüze, yorulmadınsa, 59'uncu sokağa geldiğimizde, sola dönüp 6'ıncı Caddeye doğru devam edelim. Sağımızda meşhur Central Park vardır, solumuzda ise meşhur oteller, barlar ve zenginlerin yaşadığı apartmanlar. Bu otellerin barlarında genellikle yüksek kaliteli orospular içkilerini seksi bir şekilde yudumlarken bir yatışta 300 dolar verecek müşteri veya beeper'larının çalmasını beklerler. Bu barlara gelenlerden çoğu da başka kentlerden birkaç günlüğüne iş için gelmiş, çoğunlukla evli, Amerikan iş adamlarıdır. Son zamanlarda Japon iş adamlarının sayısı da arttı. Amerika'da hakim bir kültürel anlayış vardır: Bu anlayışa göre bu tür durumdaki iş adamları günlük işleri bittikten sonra akşam kaldıkları otelde seks işini düşünürler. Akşam ilk yaptıkları şey yemek yemek ve bara gitmektir. Kendilerinin aramalarına gerek yoktur, çünkü orospular onları bulur. Gece bu iş adamları yapmaları gereken iki işi de yapmışın hissettiği rahatlık ve huzurla uykuya dalarlar: İş ve seks.

 Altıncı Cadde'ye geldiğinizde tekrar sola dönün ve 58'inci sokağa doğru yürüyün. Köşeye geldiğinde pek anormal birşey görmezsiniz. Çünkü gündüzdür. Bu köşenin fahişeleri gece işe çıkarlar. Her dört köşede de dikilen fahişeler görürsün. Eğer gündüz fahişe görmek isterseniz, o zaman yürüyüşünüzü dokuz ve onuncu caddeye kadar yapmanız gerek. En iyisi arabanızla dokuzuncu veya onuncu cadde üzerinde  güneye doğru sürmektir: Mallarını tamamiyle ortaya sermiş, şahane vücutlu, genç kızlar seni ve arabanı durdurur ve sorarlar. Dudaklar uçuklar bazılarının güzelliğine bakıp. Bazı kadınlar kıskançlıktan kudurup analarına kahrederler, neden beni çirkin doğurdu diye. Peki işlerini nerde yaparlar? O çevredeki her yerde.  Oteller  New York'da pahalı olduğu (en az 98 dolar) ve kimlik sordukları için çoğu fahişeler New York ile New Jersey'i bağlayan alt geçit önünde dururlar. Çünkü alt geçitten New Jersey'e geçer geçmez yol kenarında Moteller vardır. Bu moteller "birkaç saatlik kısa süreli  kalış için" 20 ile 30 dolar arası bir ücret alırlar. Bazılarının banyo küvetleri çok geniştir. Televizyonu açın, katıksız seks filmi. Herhalde bazıları "seyretmeden" yapamamıyor olmalı.. Belki de bilmiyorlarsa öğrensinler diye. Ayrıca, New York'ta bu işten para yapan küçük oteller vardır. O otellere de giderler.  Acele işi olan ve "boşalıp zevk almak isteyenler," ve  onbeş yirmi dolardan fazla parası olmayanlar ise arabalarının içinde oral seks ile yetinirler. Bu işler yalnız New York'da değil her yerde olur. Örneğin, Brooklyn'i Manhattan'a bağlayan Williamsburg köprüsünün altında, siyah elbiseli, siyah sakallı yahudileri arabalarının içinde oturuyor görürsün. Bakarsın yüzlerine. Yüzleri parlıyor. Nur gibi. Huşu içinde. Dua ediyorlar sanırsın. Ya bir Ispanyol ya da zenci bir kadın gömmüş başını Yahudinin kucağına... Artık ne yaptığını siz tahmin edin.

Amerikada büyük vurgunu "escort servisi" denen gerçekte örgütlenmiş ticari özel orospuluk-şirketleri yapmaktadır. Bu şirketler için çalışan kadınlar ya her gün sekiz saat işci gibi kendilerini satarlar ya da "isteklerine göre, istedikleri zaman" seçim yaparlar. Büyük parayı 24 saat iş yapan şirketler vurmaktadır: Kadını şoför alır ve "escort isteyenin" istediği yere götürür. Bu genellikle ya oteldir ya da ofis. Kadını bırakır ve dışarda bekler. Kadının 'beeper" denen aleti vardır ve bunu tehlikeyle karşılaşırsa şoföre sinyal vermek için kullanır. Şoför böylece hem koruyucu hem de kadını taşıyıcı rolünü oynar. Kadının saatte yaptığı 300-400 dolar şirket, şoför ve kadın tarafından bölüşülür. Kadın işini bitirdikten sonra döner, ve ya bir parkta ya da bir barda şirketin "yeni müşteri var" sinyalini bekler. Müşteri çıkınca şirket kadının beeperini çalar ve kadın da adresi almak için hemen telefona koşar.

Aralarındaki rekabet çok fazla olduğundan, bazı fahişeler zorunlu olarak halkın yaşadığı iç bölgelere gitmektedirler. Oralarda otel falan olmadığı için, işlerini kiliselerin önünde, okulların bahçesinde, mezarlıkta, milletin evinin girişinde ve bulabildikleri her kuytu köşede yaparlar.

 Amerika'da "genel ev" mefhumu yoktur. Fahişelik kanuna aykırıdır. Fahişe arayanlar da kazara fahişe kılığındaki polis-kadına rastlarlarsa hemen karakola götürülür, kimlikleri tesbit edilir, zabıt tutulur, resmi çekilir, parmak izi alınır, ceza yazılır ve kısaca eğer evliyse başına büyük bir iş açılır. Joe, dikkatli ol! Hele Miami'de durum Joe için çok kötü: Ocak 1994'den itibaren, orospuyla yakalananlar meşhur olacaklar; Çocukları ve eşleri televiyon Kanal 9'da babalarının ismini solukları kesilmiş bir vaziyette heyecanla izleyecekler.

Amerika'nın kentleri sokak fahişeleriyle doludur. Bazı kasabalar bu bakımdan meşhurdur. Örneğin Pennsylvania'nın Wheeling kasabası böyle bilinir. Kızların bazıları üniversitelerde fahişelik yapar ve okul masraflarını çıkartırlar. Yalnız New York kentinde (Manhattan'da) beş bin tane sokak fahişesi olduğu tahmin edilmektedir. Sokak fahişelerinin yanında (a) özel evlerde bu işi yapanların sayısı belli değil. Bizim mahallenin köşesindeki büyük apartmanda böyle birkaçı olmalı ki önünden araba eksik olmuyor. (b) Ayrıca "call girls" ve 900 servisi gibi telefonla çağrılan kadınlar ve servisler hali vakti yerinde olanların, zenginlerin, siyaset adamlarının, zengin iş adamlarının boşalma ihtiyaçlarını giderme hizmetini yüksek ücretle  severekten sağlarlar. Call Girls: Çok pahalı bel torbaları! (en ucuz 300 dolar) (c) Tabi yalnız kesene göre değil, aynı zamanda zevkine göre: Bazıları telefonda seks yapmayı sever. Bunun için de pek aramaya gerek yok: Televizyonlar ve özellikle gazeteler bu tür "one to one" telefon seksi reklamlarıyla doludur. Rekabet çok olduğu için reklamlar da çekici ve iştah açıcıdır.